Meriç HIZAL Heykel Sergisi 2 – 22 Eylül 2016 tarihleri arasında Mine Sanat Galerisi Palmarina Bodrum, Yalıkavak’ta!
2-22 Eylül 2016, Palmarina Bodrum
ŞAPKAMIZI ÖNÜMÜZE KOYALIM!
Onu şöyle tanıtıyordu Prof. Dr. Semra Germaner İş Bankası Sergi katalogunda. “Sanatını yaşamla kurmaya çalıştığı doğru bağlar üzerine temellendirmeyi amaçlayan, araştırıcı ve sorgulayıcı bir sanatçı Meriç Hızal.”
Kendisi Mine Sanat Galerisi’nde sergilenen heykellerini şöyle açıklıyor: “On yılda bir yaşadığımızı yeniden yaşadık. Neden, ne yapıyoruz, ne yapmalıyız bu istenmeyen tekrarlardan kurtulmak için? Otobiyografik çalışmama yeniden döndüm. Benim için sanat kendime yolculuk, kendimi bulma belki yaratma. Bazen günah çıkarma hatta pişmanlık. Bu çalışmada kendi özelimden hareketle birey-toplumsal yaşam arası bir karşılaştırma yapmak bir bakıma yaşadığım süreci tekrar irdelemek istedim. Kolektif bilinçaltına seslenen, belleği zorlayan, ‘Ne yapmalı’ dedirten bir çalışma olsun istedim. İnsanlığın belleği unutma özürlüdür denir ve de bireysel hafızanın en çok 30 yıl geriye gittiği. Oysa çoğu çok daha eski olay öylesine aklımda ki herhalde unutmak istemiyorum ve de unutturmamak. Onun için belgelemeli, taşa kazımalı, metalden oymalı. Tıpkı Ülkemdeki kadim uygarlıklardan bize kalanlar gibi. İçimi daha iyi dökmek için epigrafiye de gereksinimim vardı. Yalnız taşıdığı açık anlamı ya da dokusal katkısı için değil bizatihi insanın izi olmaktan kaynaklanan o gizli estetik haz için.”
Dalia Maya, Şalom gazetesindeki yazısında bu yapıtları şöyle tarif etmişti: “İçine girip, üstüne oturup sanat eserini yaşam anına dönüştürmek. Soma’da yok olan madenciler… Ve onların çocukları… Çocuk istismarı… Sanatçının olduğu kadar bizlerin de yüreğine lök diye oturan onca acımasız sıfat… İstanbul… Gündelik hayat. Yaşam sorgulamaları, insana dair ne varsa, ama belki de en çok yüreğini acıtan ne varsa heykele dönüşüyor Prof. Meriç Hızal’ın hünerli ellerinde. Belki bir mesaj vermek üzere topluma, ama en çok da sağaltmak üzere ruhunu; çünkü insan ancak kendi ruhunu sağaltınca şifa olabilir yüreğinin değdiğine.”
Bu ifade tam da sanatçının tarif etmeye çalıştığı ve Ülkü Uluırmak Alçora’nın Hürriyet Gösteri ekinde dile getirdiği gibi. “..Unutmamak zorundayız. Bu hepimize düşen en önemli görev, en önemli SORUMLULUK… Önce sarsılmak, sonra sarsmak… Toplum içinde bireysel sorumlulukların farkında olmak. FARK ETMEK…
İşte bunun bilincinde olan bir sanatçıyla karşı karşıyayız. Kendi özelinden hareketle, geldiği geçtiği süreçleri çok iyi değerlendirip irdeleyen bir sanatçının duyarlılığı karşısındayız. Biçimlendirilen nesnenin (şapka)konuyla ilişkisi özel bir anlam ve önem kazanıyor. 25 Ağustos 1925’te Ata’nın ilk kez giydiği şapkadan, güncel ve yaygın takkeye kadar çağrıştırdıklarıyla insanı ister istemez düşündürüyor.”
Sergideki yapıtların her biri iki elemandan oluşuyor. Taş parçalar gerçek gazete boyutunda. Doğan Hızlan’ın Hürriyet gazetesindeki köşesinde belirttiği gibi –….sanatçının taraf olduğunu, sanatın toplumsal işlevinin önemini vurguluyor- fikrini doğrularcasına taraflılığını peşin-peşin kabul ettiği tabletlerde Türkiye’nin güncesi gibi o tarihli bir yıllık basından araştırıp derlediği sosyolojik, kültürel, politik kendisince önemli, şaşırtıcı haberlerden kısaltılmış özetler var. Yarattığı derin izi anlatması için taşa delerek oyulmuş. Ahşap parçalar kendisinin değişik tarihlerde giydiği, geometrik bir düzenle biçimlendirilmiş giyilemez temsili şapkalar. Bir duruş, kendini, bakış açısını tarif eden, o yılki yaşamını tanımlayan simgeler, bir tür anı-nesne gibi. Yaşadığı Edirne, İstanbul gibi kentlerden biçim ve renk öğeleri taşıyan, mimariye, iklime, aileye, sosyolojik olgulara göndermeler yapan, izleyiciyi empati yapmaya davet eden formlar.
Bu yapıtları Zeliha Burtek Yapı Dergisinde şöyle tanımlar: “Giymekten keyif aldığı ve O’nu, yaşamını simgeleyen başlıkların ahşap heykelleri ve aynı yıllarda Türkiye’de yaşamı özetleyen “Taraflı” Taş Gazete tabletleri… 12 adet Otobiyografik Derleme. Yaşadıklarını içeren spot bilgiler, bütün bunlar taş ve ahşap malzemeyle görselleşiyor. Taş üzerine yazılarda, gezmeye olan ilgisinin, Anadolu geleneğinin, sevdalısı olduğu arkeolojinin de etkisi var. Ancak nesneleri bir geometrik sistem içinde görüyor ve görselliyor. Örneğin Akademi’ye girişte taktığı bere, artık boşluk-kubbe-mimari ilişkisini birleştirir……… Hızal, çalışmalarında, heykelin bir sanat alanı olmadan önce yaşamın temelini oluşturduğunu düşündürür. Burada madde-form-kavram üçlüsü birbirine yaslanmadan bir arkadaşlık içinde ilerlerken, Hızal görmezden gelinen, yok sayılan konuları, yaşam alanlarını heykelin içine dahil eder. İlginç nokta, konuların maddeye önceliği, geometrinin kurucu rolüyle aşılarak, geometri arayışa yönelen, herkes için ortak olanın ifadesine dönüşür.” IŞIK Üniversitesi’ndeki öğrencileri ile de aynı ilkeleri paylaşır Hızal. Apollo Tapınağı’nın alınlığında yazılı olduğu gibi, sanatçı öncelikle ‘Kendini Tanımalı’ içten olmalıdır.
Burcu Pelvanoğlu’na göre de “Meriç Hızal heykelleri öncelikle biçimdir, formdur. Fakat bunlar aynı zamanda bir şeyi düşündürmesi, bir şeye analoji yapması, bir metafor oluşturması için gerçekleşen heykellerdir.”
Metaforlarla dokunduğu zaman teması, değişen, dönüşen ya da tekrar eden ama hep var olan bir light motif gibi onun çalışmalarında. ‘Otobiyografimden’ çalışmasında seçilen tarihler kişisel yaşamının dönüm noktaları. 1945, 1949 Edirne’deki mimariden, taşlardan, doğadan etkilenen bir çocuğu, 1950-51 heyecanlı bir yaşam döngüsünü, 1962-63 umut ve sorumluluğu 1973 en büyük tutkusunu, yıkımı-yapımı, 1983 Oğluna derin hasretini, 1993 özgürlüğünü simgeliyor. Ama O Ülkesindeki aynı tarihli olaylarla karşılaştırmalar yaparak bir iç hesaplaşmaya giriyor. 2006-2007 Yıllarına geldiğinde bu hesaplaşma kendisini temsil eden şapkalara yansıyor. Ve sonunda kendi ağzından bir fiil çekimi gibi suskunluğunu itiraf ederek ve bunu izleyiciye okutarak, ona tekrar ettirerek toplumsal suskunluğumuzu, sonra da suçluluğumuzu sorguluyor.
Sanem Eyigün Hürriyet Gösteri’de “Engelleyemediği (miz), anımsadığı, sanatçıyı ‘acıtan’ olayları içeren ‘Gazete tabletleri’nin eklenmesiyle bütünlenen sergi, yaşadıklarımız üzerine izleyicisini ‘şapkasını önüne koyup düşünmeye’ bir iç hesaplaşma yapmaya çağırıyor.” diyor.